Zamanlar

Zamanlar

Harami rüzgarların aynı dallardaki cevizleri ayrı ayrı yerlere düşürüp ayrı dalların yaprakları ile üzerini örttüğü, mısırların biçilip, alafların çıtıman yapıldığı zamanlardı.

Mısırlar seranderlere, fasülyeler turşu küplerine konmuş, keş torbaları duvarlara asılmıştı. Buruşuk elmalar yiyerek mısırların soyulacağı, ellerimiz donarak küplerden bostan turşusu arayacağımız zamanlar.

Okula başlamıştık yine, defterlerimiz kapsız, kalemlerimiz yedeksizdi. Her sabah götürmediğimiz zaman okula alınmayacağımız odunlar ısıtacaktı donmuş parmaklarımızı. Birleştirilmiş sınıflarda tahta karası önlük karasıyla, tebeşir beyazı kar beyazıyla birleşecek, katmerli renklerimiz olacaktı siyah-beyaz bu zamanlarda.

İşte biz o zamanlarda,

“Hüseyin dayı” oynardık her bir çukura taş diye bırakırdık hayallerimizi yeşersin diye. “Süldür” de oynardık, değnekle vururduk çeliğe çok uzaklara gitsin diye. Bilirdik aslında bir gün bizlerin çeliklerden daha uzaklara gideceğimizi. Bütün oyunlarımıza bir anlam yüklemiştik.

Radyolarımızın kısa dalgalarında dinlerdik, en efkarlı cızırtıları ocak başlarında. Gaz lambasının isli on dört numara camlarında canlanırdı. Büyükbabalarımızın ve büyükanalarımızın hikaye kahramanları.

Düğünlerimiz olurdu. Bacaların üzerine kurşunlarla yazılırdı damatların evlilik tarihleri ve dinamitlerle kazılırdı yeni evlerinin temelleri. Bizler boş kovan toplardık. Bu yüzden “gelin alıcı” giderdik. En çok boş kovanı gelin evine yaklaşınca toplardık. Hem sevinir hem üzülürdük ata binmiş gelinin kırmızı duvaklarının üzerinden atılan şekerleri toplarken. Çok ağladı derlerdi ama biz ağlayan gözlerini hiç göremezdik. Daha sonra da soramazdık. Çünkü bir ay hiç konuşmazlardı, adetmiş. Herhalde çok ağlamışlardır.

Çünkü bizim de bir zamanlar gelin olmuş analarımız vardı. Sırtından yük inmeyen ve üzeri hiç kurumayan analarımız. Bizi ve diğer yükleri kendi dokuduğu kolanla sarardı sırtına. Hem bizi doyurur hem mallarını ve ayrıca kocalarını. Hem mallara “Ge gızım ge oğlum” der, hem bize. Biz kıskanırdık bazen malları ama mallar kıskanır mıydı bizi bilemiyorum!

Cenazelerimiz olurdu. Yakınımız değilse ölen, en iyi ağlayan kim onu tespit etmeye çalışırdık. Mezarlıkta dağıtılan ekmek ve helvaları alanların birçoğu gülmeye başlamışlardı bile. Bir de hocalar gülerdi. “Aldın verdin, aldın verdin” diye elden ele gezdirdikleri paralar kaybolunca. Biz de anlardık bazı zamanlarda, ateşin düştüğü yeri yaktığını, candan parça kopunca.

Okul gezilerimiz olurdu. Görmediğimiz yerler değildi gideceğimiz yerler. Genelde her yıl aynı yerlere giderdik birkaç okul birlikte. Ama bize çok uzaklara gidiyormuş hissi verirdi nedense. Diğer okulların çocuklarına bakardık bizden farkları var mı diye. Öğretmenleri karşılaştırırdık. Öbür okulun öğretmeni çok güzel bağlama çalardı. Maç yapardık kara lastiklerimizle vurduğumuz plastik toplara rüzgarlar da ayrıca vururdu. Genelde paslarımız isabetsiz olurdu. Ne zaman ki topumuz bir dikenli tele takılır patlar işte o zaman son bulurdu kavgalarımız. Kızlar mendil kapmaca oynardı. Bir provaydı aslında ileride kaptıracakları mendiller için. Biz hiç bitmesin isterdik gezilerimiz. Çünkü fındık zamanında burnumuzdan gelirdi gezi zamanlarımız.

Helvanın ve zeytinin en güzelini gazetelerden kese kağıtlarının üzerlerinde yerdik. Helvaların yapıştığı, zeytin karasının matbaa mürekkebiyle karıştığı tarihsiz gazete parçalarını itinayla açar okurduk. En çok Fatsa, Maraş, Çorum, Sivas adına rastlardık. Nedenler bulur taraf olmaya çalışırdık ağabeylerimize. İlk yazılarımızı da taşlara yazmaya başlamıştık böylece, “falancılar giremez köyümüze” diye. Nereden bilirdik bir iki yıl sonra aynı taşlara “Sefa"lar, Turan"lar Ölmez” diye yazacağımızı. Küçücük omuzlarımızda bize ağır yükler taşıyacağımızı. Ama zamanlar böyleydi ve gidenlerin çoğu zamansız gitmekteydi. Eylül sonralarında bile.

Bu zamanlar da,

Doğduğumuz evlerin çakaturaları çökerken birer birer, yıkılmayan bir biz birde ocağın kara taşları var şimdi. Çünkü biz aşağıdaki evlerde doğmuştuk ve oraların derelerinde tanımıştık ilkbaharı ve menekşe rengini. Çünkü biliriz ki bizim derelerimizin menekşeleri bizler olmadan kokmayacak ve kar altında bükülen boyunları bizleri görünce doğrulacak.

Ocaklarımızın kara taşları ise torunlarımıza sonsuza dek dedelerimizin masallarını anlatacak.

Zamanlar, o ya da bu zamanlar, kaybedilenler ve kazanılanlar ama her şeyden önemlisi ceviz ağacı halen yerinde ve yapraklar yine saklamakta aynı dallardan düşen cevizleri.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.