AHLAK ve YAŞAM ÜSTÜNE 1 (Devam edecek)!
Dünyada üzerine en çok kafa yorulan ve en çok kitap yazılan konu şüphesiz ahlaktır. Tarım toplumuna ve dolayısıyla yerleşik hayata geçiş, sınıflı toplumun ve özel mülkiyet olgusunun da başlangıcı olmuştur. Burada uzun uzun insanlık tarihi anlatmak mümkün olmamakla birlikte; özel mülkiyet, yerleşik hayat ve tarımın gelişmesi; zengin ve yoksulların oluşmasına, devletlerin kurulmasına ve savaşların başlamasına vesile olmuştur. İnsanoğlu avcı-toplayıcılıktan, yerleşik tarım toplumuna geçtikten sonra ürettiği en önemli ve etkili iki kavram din ve ahlaktır.
İNSANLAR ÖNCE TANRILARI YARATMIŞTIR. Tanrılar, insan aklının ve duygusunun en orijinal ürünüdür. İnsanoğlu sanmıyorum ki, tanrılardan daha büyük ve ilginç bir olgu yaratmış olsun. Tanrıları yaratmasındaki birincil amaç elbette merak, korku, endişe, doğa olayları ve hayatı anlama güdüsü olabilir. Ama bunda bence en önemli etkenlerden biri de bir arada yaşarken bir dizi kurala ihtiyaç duymasıdır. Aslında insanların ihtiyaç duyduğu bu kurallar temel ahlaki kurallardır. Yalan konuşmamak, başkasının malını çalmamak, zorbalık etmemek, adil olmak vb şeylerdir. İşte toplumlar yaşamlarında ihtiyaç duydukları bu kurallara uyulmasını garanti altına alabilmek ve insanları buna zorlamak için bunların tanrılarının emri olduğunu ortaya atmışlardır. Bu ise bugün bizim din dediğimiz şeydir. Bütün dinlerin içeriğine bakıldığında temelde iki ana başlıktan oluşur. Birinci bölüm; tanrıya iman ve yakarış, ikinci bölüm ise; uyulması gereken davranış kuralları yani ahlaktır.
Böylece ahlak ve din o kadar iç içe geçmiş ve karışmıştır ki, hangi kuralın din kuralı, hangisinin ahlak kuralı olduğunu insanlar ayırt edemez hale gelmiştir. Misal; "yalan konuşmamak" bir din kuralı mıdır, yoksa bir ahlak kuralı mıdır? Bence insanlar kendi ulvi beklentilerini tanrıların ağzından duymak istemişler ve yazdıkları kutsal kitaplarda bunlara tanrıların birer emri olarak yer vermişlerdir. Her doğru davranış tanrıya imanın bir parçası haline getirilmiş ve onlara uymamanın azap dolu bir cezası olacağı fikri bilinçlere yerleştirilmiştir. Bu yönüyle tanrılar ve dinler insanlığa pozitif bir katkı sağlamıştır. Lakin yaratılan tanrılar ve dinlerin, toplumları dizayn etmede gösterdiği bu performans dikkat çekince daha sonra bu dinler başka amaçlarla kullanılmıştır. İşte burada da dinlerin ikincil fonksiyonu ortaya çıkmıştır. Dinler; sınıflı toplumlarda ezilen sınıfların susturulması, bu dünyadan beklenti içinde olmamaları, bu dünyanın bir sınav yeri olduğu, çektikleri eziyetin öte dünyada karşılığını görecekleri gibi hayallere inandırılmaları için kullanılmıştır. Krallar, şahlar, padişahlar, soylular, ruhbanlar ve zenginler kutsanmışlar ve onlara itaat dinin bir parçası haline getirilmiştir.
Tarih boyunca hemen hemen her filozof ve düşünür ahlak adına bir şey söylemiştir. Hatta ahlak çeşitlendirilmiş; sanat etiği, bilim etiği, tıp etiği, siyaset etiği gibi farklı şekillerde incelenmiştir. Aydınlanma felsefesi denen şey aslında felsefeyi dinin boyunduruğundan kurtarma çabasıdır. Bu dolaylı olarak ahlakın da dinin içinden çıkarılıp ayrı bir disiplin olarak ele alınmasını sağlamıştır. Ahlak dini bir olgu olmadan arındırılarak, insani bir fazilet olarak ele alınmıştır. Böylece din ve tanrı, insanın rasyonel yaşantısının ötesine itilmiştir. Tanrı tekrar gökyüzüne kovulmaya çalışılmıştır.
Tanrıları yaratmasaydık ahlaksız mı olurduk? Bence hayır. Başlangıçta da söylediğim gibi biz ahlak normlarımızı koruma altına alabilmek için tanrıları yarattık. Tanrıyı insanoğlu bir anlamda ahlak zabıtası olarak görevlendirmiştir. "O her yerde, her yaptığın iyiliği ve kötülüğü görüyor, o yaptığın kötülüklerin cezasını verecek, o senin niyetlerini bile biliyor, ondan gizli hiçbir şey yoktur" türünden söylemler tanrının bir polis görevinde olduğunu göstermektedir.
Gündelik yaşantımızda, ne hakkında ve nerede konuşursak konuşalım, konu döner dolaşır mutlaka ahlaka gelir. İnsanların bencilliğinden, yalancılığından, çıkarcılığından, riyakarlığından, fırsatçılığından sözün kısası ahlaksızlığından sohbetimizin bir yerinde şikayetçi oluruz. Bunda da haklıyız. Çünkü büyük ölçüde hepimiz ahlaksızız yada ahlaki yoksunluklarımız var. Kendimize çok yüklenmemek için "insan beşer, kuldur şaşar" diyerek avunuyoruz. Ahlaksızlığımızı tanrının bizleri eksik yaratmasına ve merhametine havale ederek sorumluluktan kurtulmaya çalışıyoruz. Yani polisimizin bazı kusurlarımızı da görmezden geleceğini umuyoruz. Eski günleri özlemle yad ediyor. İnsanların ne kadar dürüst, ahlaklı ve ilkeli olduğundan bahsediyoruz.
Evet... Bir konuda haklıyız. En çok yitirdiğimiz şey ahlakımız. Toplum olarak bu konuda bir çöküşün en dibindeyiz. Siyasette, bilimde, sanatta ve gündelik yaşantımızda ahlakımız kayboluyor. Bu olmadığı için de doğru olan hiçbir şey yaratamıyoruz. Doğru bilim adamı, doğru siyasetçi, doğru yurttaş yetiştiremiyoruz. Sahte diplomalar, rüşvetçi ve hırsız siyasetçiler, yaptıkları binalar kağıttanmış gibi yıkılan müteahhitler, satılık gazeteciler, oradan oraya atlayan ve dün tükürdüğünü bugün yalayan belediye başkanları ve vekiller yetiştiriyoruz. Tacizler, tecavüzler, aile içi karmaşık ilişkiler, cinsel, fiziki ve psikolojik saldırganlık almış başını gidiyor. Boşanmalar ve aldatmalar çığ gibi büyüyor. Sosyal medya; fikirlerin ve anıların paylaşıldığı yerler olmaktan çıkıp, dişiliğin, bedenlerin ve onurların satıldığı e-ticaret sitelerine döndü.