Bu eski Türkiye özlemcilerine şu sözüm ona "AKP öncesi aydınlık günlere" dönmek isteyenlere sormak istiyorum. Hangi günlere?
Allah'ınız aşkına bana (hadi tek partili dönemi konu dışı bırakalım) 1950 yılı ve sonrasında hangi 10 yıla dönmek isterdiniz söyler misiniz? Bu ülkenin özlem duyulacak, gıpta ile bakılacak ve bugünle kıyaslandığında "vay be, ne günlerdi" denilecek hangi 10 yılı var? Ya bilimsel olarak toplumlar ilerler, bir toplum geriye dönmeyi istemez. Bu eşyanın ve tarihin doğasına aykırıdır. Son 75 yıllık Cumhuriyet tarihinde hangi eski günler yad ediliyor anlamış değilim.
Neden, yeniyi ve güzeli inşa etmek değil de, eskiye dönmek? Neden biz geleceği planlamak, yeni bir toplumsal sözleşme eşliğinde yepyeni bir Türkiye yaratmak yerine sürekli "AKP öncesi dönem" güzellemesi yapıyoruz. Ne var AKP öncesinde ya!
Sürekli veremi gösterip, sıtmaya razı eder gibi AKP'yi gösterip rejimi kutsuyorsunuz. AKP kötüdür ayrı, AKP olmasa geri kalan her şey çok mu iyi? Son 75 yılında halkına; aydınlık, mutlu, huzurlu bir beş yıl yaşatamamış bir rejimi AKP üstünden temize çekme gayreti neyin nesidir? Alın buyurun 1990'lı yıllar ve o dönemin en önemli aktörlerinden biri olan Zülfü Livaneli'nin gözünden o yıllar;
Zülfü Livaneli'nin Vatan Gazetesi (28 Kasım 2010)
"Erbakan, Ecevit ve ölüm oruçlarının arka planı"
Genç insanların yaşamı üzerine çok pis oyunlar oynandı bu ülkede.
TBMM komisyon raporuna göre 17.000 faili meçhul cinayet işlenmiş olan bir ülkede, adaletten, haktan hukuktan, demokrasiden ne kadar söz edebiliriz ki?
Herşey göstermelik.
Ama beni hayatım boyunca en çok bazı yetkililerin vicdansızlığı ve acımasızlığı şaşırtmıştır.
Bu yazıda anlatacaklarım birinci derece bir tanıklıktır.
***
1996’daki ölüm oruçlarına, bazı arkadaşlarımla birlikte “arabulucu” olarak katıldım.
İstanbul Başsavcısı Ferzan Çitici, böyle bir misyon üstlenmemizi rica etti.
O dönemde Necmettin Erbakan, başbakandı.
Cezaevine girdik. 12 kişi ölmüştü. Yemliha Kaya’nın ölü bedeninin başında nöbet tutuluyordu.
Konuşmaya çalıştığımız 20-21 yaşındaki gençler ölmek üzereydi. Bilinçleri kaybolmuştu. Bazılarının görme yetisi bir daha geri gelmemek üzere yitip gitmişti.
Geçen her saat, yeni genç ölüler demekti.
Bir kenara çekilip ağladığımı hatırlıyorum.
Tek istekleri, hapisnadeki yaşam koşullarının iyileştirilmesiydi. Tecrit hücrelerinde tek başına kalmamaktı.
Bu isteği çok iyi anlıyabiliyordum, çünkü o korkunç hapishanelerde bir dostla dertleşmenin ne kadar önemli olduğunu ben de yirmili yaşlarımda acı bir şekilde öğrenmiştim.
Hem de hiçbir suç işlememiş bir genç adam olarak.
Hükümetle temas kurduk. Adalet Bakanı ters davrandı. Başbakan Erbakan’a ulaşmaya çalıştık. İstanbul’dan Ankara’ya giden uçakta olduğunu söylediler.
Ankara havaalanında kendisine ulaştık. Tutukluların masum isteklerini anlattık, “Birçok genç bu geceyi çıkaramayacak” dedik.
“Peki” dedi, “Bu gece Kadir Gecesi. İsteklerini kabul ediyoruz.”
Hapishaneye müjdeyi verdik. Ambulanslar, ölmek üzere olanları hastanelere taşıdılar. Beklemekte olan gözü yaşlı aileler, ellerimize sarılıp, çocuklarından haber sordular.
Ama Ferzan Çitici kulağıma şunu fısıldadı: “Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü aradı. ‘Biz ne güzel operasyon hazırlamıştık. Herşeyi berbat ettiniz’ diye çıkıştı bana.”
Basın bu süreçte olumlu davrandı. Hatta bizleri haketmediğimiz övgülere boğdu. Hürriyet, kahramanlar bile dedi.
***
Aradan dört yıl geçti.
Bu kez yine ölüm oruçlarında, arabulucu olarak hapishaneye gittik.
Çünkü hükümetin verdiği sözler tutulmamıştı.
Yine genç insanlar ölüm döşeğindeydi. Aynı süreç yaşanıyordu ama bu sefer Başbakan Erbakan değil Bülent Ecevit’ti.
Basın sürekli provokasyon yapıyordu.
Dört yıl önce bize kahraman diyen Hürriyet şimdi, “Ölüm oruçlarını cesaretlendiren hainler” olarak söz ediyordu bizden.
Belli ki öldürme hazırlıkları tamamdı.
Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ü bizzat aradım. “Ne olur” dedim, “Ölümlerin önüne geçin. Size resmen yalvarıyorum.”
Etkilendi. “Biraz bekleyin, başbakanla konuşayım” dedi.
Nefesimizi tutup bekledik.
Biraz sonra müdürün odasındaki telefon çaldı. Hikmet Bey, “Malesef Başbakan Ecevit istekleri kabul etmiyor” dedi.
Çaresizce ölüm mahkûmlarına veda edip gözyaşları içinde oradan ayrıldık.
Sonra lav silahlarıyla koğuşlara saldırıp, insanları yaktılar.
O akşam televizyonlar, yanan mahkûmlara başka cezaevlerinden cep telefonlarıyla ulaşıldığını ve “Kendinizi yakın” talimatı verildiğini söylüyordu bangır bangır.
Ali Kırca’ya konuk oldum ve dedim ki: “Yalan söylüyorlar. Hapishanede cep telefonu çalışmıyor. Arabulucular arasında yer alan Yaşar Kemal, ölüm döşeğindeki karısı Thilda’ya ulaşmaya çalıştı ve ulaşamadı.”
Bu tanıklık bütün yalanı çürütüyordu ama hükümet ve basın genç insan kanı dökmenin şehvetine kapılmıştı bir kere.
Kimse sağduyulu bir tanıklığı dinleyecek halde değildi.
Sonuçta “dinci Erbakan” genç ölümlere yol açmamış ama “solcu-şair Ecevit” katliam emri vermiş oldu.
Bunları anlatmak tarih önünde benim namusum ve sorumluluğumdur.”
@öne çıkar