Yandaşlık Rejimi ve Demokrasinin Çöküşü

Doç. Dr. Birol ERTAN

 

Öyle kavramlar vardır ki, bunları kullanmak kaçınılmazdır. Ne var ki, bu kavramları kullanmak kaçınılmaz olduğu kadar da büyük tehlikeler barındırır. Bu önemli kavramları kullanmak gereklidir, çünkü insanlar, toplumlar ve ülkeler, bu kavramlar ile sınıflandırılır. Bu kavramlar olmadan ülkeleri, devletleri, toplumları tarif etmek bile zordur. Gereklidir, çünkü bu kavramlar herkesin ideali olmasına karşın, her zaman göreceli olarak kalmaya hapsedilmişlerdir. 

Çok önemli ve kullanılması kaçınılmaz olan kavramların aynı zamanda tehlikeli olması ise konunun diğer boyutudur. Deyim yerindeyse bu “baba kavramlar”, göreceli olmalarının da etkisiyle, üzerinde kesin olarak anlaşılamayan kavramlar olarak kalmışlardır. Ancak, 21. yüzyılda bu kavramların içerikleri ve nitelikleri üzerindeki tartışmalar hızlandıkça, bu kavramların kullanımının ve öneminin daha da artacağında da şüphe yoktur. 

Bu yazımda, çok kullanılan, ancak içeriği konusunda anlaşılamayan iki kavramdan söz edeceğim : Demokrasi ve Adalet.

 Demokrasi, halkın halk tarafından halk için yönetildiği çağdaş siyasal sistemlerden birisidir. Ne var ki, her demokrasi iddiası, gerçek anlamda demokratik bir rejim olunmasına için yeterli olmamaktadır. Bu nedenle, dünyanın değişik bölgelerinde demokratik olduğunu iddia eden çok sayıda siyasal sistemin demokrasiyle uzaktan yakından ilgisi olmadığını da kolayca görebiliyoruz.

 Bugün kan gövdeyi götüren Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nden emperyalizmin oyuncağına dönüşen Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti’ne, Sahra Arap Demokratik Cumhuriyeti’nden Zaire Demokratik Cumhuriyeti’ne, işgal altındaki “demokratik” Irak’tan Afganistan Demokratik Cumhuriyeti ve Etiyopya Federal Demokratik Cumhuriyeti’ne kadar (Afrika’nın diktatörlükle yönetilen sözde demokrasilerinden örnek bile vermiyorum) birçok devlet, demokratik olduğu iddiasında. Bütün bu kafa karışıklığı atmosferinde, demokrasinin ne olduğu ve ne olmadığı konusuna kitaplar yazılmaya da devam ediyor. 

Üzerinde çok konuşulan, ancak kimsenin ortak kabul gören bir tanımını yapamadığı ve içeriğini belirleyemediği diğer bir kavram ise “Adalet”tir.

 Gündelik yaşamda pek çoğumuz, eşitlik ile adalet kavramlarını eşdeğer olarak kullanırız. Ne var ki adalet, mutlak eşitlik demek değildir. Daha da ileriye giderek, eşit olan hiç bir nesne ya da varlık olmadığı bilindiği için mutlak eşitliğin mümkün olmadığını ve eşit davranışın adalet getirmeyeceğini söylemek gerekir. 
 Dünyada çeşitli filozoflar ve değişik disiplinlerde düşünceler üretmiş düşünürlerin eşitlik üzerine çok farklı fikirleri vardır. Bu fikirlerin pek çoğunda, eşitlik ve adalet kavramlarının maddi değerlere indirgenmediği ve adaletin eşitlik olarak algılanmadığı görülmektedir. Buna karşın, özellikle gündelik politikada, adaletin eşitlik olduğunda ısrar eden düşünceler hala sıkça seslendirilmeye devam ediyor.

 Güçsüz kesimlere güçlüler ile aynı hakları vermek ve aynı fırsatları tanımak, sosyal adalet ilkesine uyar mı? Ekmek alamayacak parası olmayan birisi ile bolca parası olan birisinin aynı yüksek fiyattan ekmek almak zorunda olması, eşitlik ile açıklanabilse de adalet ile açıklanabilir mi? İşsiz birisi ile fabrika sahibine aynı fırsatları tanırsanız, bu fırsatlardan yararlanmada hangisi şanslı olur? Buna adalet denebilir mi?

 Adaleti, kanunlara uygunluk olarak görmek de ahmaklıktan başka bir şey değildir. Kanunları kimlerin ve hangi amaçla yaptığına bakmadan kanuna uygun olana adil derseniz, yeryüzünde adaletsiz düzen kalmaz. Bu durumda, diktatörlerin ve zalim Kralların sistemleri de adaletli rejimlere dönüşür.

 Tıpkı demokrasi kavramında olduğu gibi, adalet kavramında da içeriğe ve niteliğe öncelik vermeyi beceremezsek, yalnızca sembolik unsurlar ile kavramları tanımlamaya devam edersek, sonuçta kavramların anlamsızlaşmasına da yardımcı oluruz.

 Yalnızca belirli aralıklarla seçimlerin yapılması, Parlamentonun bulunması ve Anayasanın mevcut olması ile demokrasi var olabilseydi, Afrika’nın birçok diktatörlüğünde ve Asya’nın otoriter rejimlerinde evrensel demokrasiler olduğunu iddia edebilirdik.

 Adalete dayalı olmayan bir rejimin demokratik olması söz konusu olamaz. İktidarı ele geçirdiğinde muhalefete mensup olanlara ve kendisini desteklemeyenlere yaşama olanağı bile vermeyen, devletin bütün olanaklarını yandaşları için kullanan, kendisinden olmayanlar üzerinde ekonomik, siyasal ve yargısal baskılar kuran bir sistemin demokratik ve adil olduğu iddia edilebilir mi? İddia edilse bile, inandırıcı olabilir mi?

 Adalet, kanuna değil, hukuka uygun olan davranıştır. Adalet, yüzeysel eşitlik değil, eşit olanaklar ve fırsatları ekonomik, siyasal, toplumsal alanın bütününe yansıtmak anlamına gelir. Ekonomik açıdan eşit olmayan iki insana aynı olanakları verdiğinizde, sonucun eşitsizlik olacağının bilincinde olmak gerekir. Bu nedenle, 21. yüzyılda adalet deyince, öncelikle sosyal adalet kavramı akla gelmektedir. 

21. yüzyılda güçlü devlet, yalnızca ve yalnızca adalete dayalı demokratik rejimlere sahip ülkelerde yaratılabilir. Gelir dağılımı uçurumunun açıldığı, yoksulluğun giderek arttığı, ranta dayalı bir ekonominin kurulduğu, yandaşlığın her alanda egemen kılındığı, farklı düşünenlere sahip olanlar üzerinde ekonomik, siyasal ve toplumsal yaşamda büyük zorluklar çıkarıldığı bir ülkede ne demokrasi yaşatılabilir, ne adaletli bir sistem kurulabilir, ne de güçlü bir devlet yaratılabilir.

 Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu durum, yandaşlığın her alana egemen kılındığı adaletsiz bir rejimin yaratılma sürecinin hızlanmış olmasıdır. Bu gidiş, ülkede demokrasiyi de yakın zamanda bitirecektir. Böylesi bir süreç içinde Türkiye’de Güçlü Devlet yaratılamaz. Güçlü Devlet, vatandaşları ile güçlü olan devlettir. Nepotizm, ayrımcılık, yandaşlık, adaletsizlik ortamında güçlü devlet yaratılamaz.

 Türkiye, adalete dayalı demokratik sistemden uzaklaştığı ölçüde gerek iç politikada, gerekse de dış politikada başarısız olmaya, güçsüz bir devlet olma yolunda ilerlemeye devam edecektir. Ülkeyi yönetenlerin bu gerçeği görmesinde büyük yarar vardır. Yönetenlerin görse bile memnun olduğu bu adaletsizliklerden en azından aydınların ve akademisyenlerin rahatsız olması gerekmez mi?

 Ülkenin demokrasiden uzaklaşmasının sorumluluğunu alması gerekenler arasında aydınlar, demokratik sitemin kaymağını yiyen iş adamları, demokratik sistem olmadan var olamayacak olan özgür medyanın çalışanları, gerçeği aramakla görevli akademisyenler yok mudur? Yandaşlık kılıfına bürünerek adaletsizlikten yana olduklarını görmüyorlar mı?

 Ülke, adaletsiz bir rejime doğru hızla yol alırken demokrasimiz de tehlikededir. Bizden söylemesi.