NÜKLEER ENERJİ TARTIŞMALARI

Doç. Dr. Birol ERTAN

 

Japonya’da yaşanan nükleer santral felaketi sürerken, dünyanın her bölgesinde ve dolayısıyla ülkemizde de nükleer enerji konusunda tartışmalar yapılmaya başladı. Bu tartışmaları doğal bulmakla birlikte, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanların tartışmalara katılmasının doğru olmadığı inancını taşıyorum. Bu önemli konuda tartışmalara katılmak ve nükleer enerji ve enerji politikasının dayanması gereken ilkeler konusunda düşüncelerimi dile getirmek istiyorum. 

Nükleer enerji tercihi, bazı ülkeler için çok maliyetli olmakla birlikte, nükleer enerjiye geçiş yapmamış ülkeler açısından çok daha az maliyetli olabilmektedir. Eğer ülke, nükleer enerji tercihini yapmış ve milyarlarca dolar yatırım yapmışsa, bu konuda geri adım atması çok zor olacaktır. Ne var ki, nükleer enerji yatırımları bulunmayan ülkeler açısından bu konuda ciddi bir maliyet söz konusu olmadığı için özellikle nükleer enerjiyi ilk kez tercih edecek ülkeler için bu tercihin ciddi biçimde düşünülmesinde yarar vardır. 

Nükleer enerji tartışmaları, çevre ve ekonomi ilişkilerine bakış açısıyla doğrudan ilişkilidir. Bu nedenle, nükleer enerji tercihi, çevre ve ekonomi ilişkileri konusundaki tercihimizle bağlantılı olacaktır.  
 

Çevre ve Ekonomi İlişkisi 

Çevre ve ekonomi arasındaki ilişkiler konusundaki bakış açısı, tarih içinde üç büyük aşamadan geçmiştir. İlk aşama, çevre koruma için ekonomik gelişmeden vazgeçmek gerektiğini savunan Sıfır Büyüme tezidir. Bu tez, 1970’lerin başında Roma Kulübü tarafından hazırlatılan Meadows Raporu’nda dile getirilmiştir. Sıfır Büyüme tezi, gelişmekte olan ya da azgelişmiş ülkelerin büyümelerini durdurması anlamına geldiği için bu ülkelerde büyük tepkiyle karşılanmıştır.  Bazı ülke temsilcileri, bu önerinin kapitalist gelişmiş ülkelerin bir oyunu/tuzağı olduğu düşüncesinin dile getirilmesine bile neden olmuştur.  

Sıfır Büyüme tezi, çevre sorunlarının kaynağı olarak hızlı nüfus artışı  ve ekonomik büyümeyi göstermekte ve bunların durdurularak çevre sorunlarından köklü biçimde önlenebileceğini savlamaktaydı. Ancak, bu önerinin yaşama geçirilmesi söz konusu olamazdı. 1972’de toplanmış olan ilk uluslararası çevre konferansı olan Birleşmiş Milletler Stockholm Konferansı ve konferansta kabul edilen Stockholm Bildirgesi’nde de bu düşüncenin kabul edilemeyeceği düşüncesi egemen olmuştur. Stockholm Konferansı sonrası kabul edilen Stockholm Deklarasyonu’nda kabul edilen Kalkınmacı Yaklaşım, çevre ve ekonomi ilişkilerine bakış açsındaki ikinci yaklaşım olmuştur.   

1972’de Birleşmiş Milletler  tarafından organize edilen ve 100’den fazla Hükümet temsilcisinin katıldığı Stockholm Konferansı sonrası yayımlanan Stockholm Deklarasyonda (http://www.jus.uio.no/english/services/library/treaties/06/6-01/stockholm_decl.xml), Giriş bölümünde 7 madde ve daha sonra da 26 ilke sayılmıştır. Deklarasyonun Giriş bölümünde 4. maddesinde açık biçimde belirtildiği gibi (In the developing countries most of the environmental problems are caused by under-development), çevre sorunlarının çoğu, azgelişmişlikten kaynaklanmaktadır. Deklarasyon, azgelişmiş ülkelerde milyonlarca insanın gıda, besin, konut, giyecek, sağlık ve eğitim olanaklarından yoksun biçimle açlıkla boğuştuğunun altını çizmektedir. Bu anlayış, çevrenin korunması için ekonomik gelişmeden vazgeçmeyi öneren Roma Kulübü’nün Sıfır Büyüme önerisine bir meydan okumadır ve 1980’lere kadar geçerli olacak olan “her şeye rağmen kalkınma” anlayışının en açık ifadelerinden birisi olacaktır. 

BM Çevre ve Kalkınma Komisyonu, Norveç  eski başbakanı Gro Harlem Brundtland başkanlığında bir komisyondan bir rapor hazırlamasını istedi. Bu rapor, 1987 yılında tamamlanıp Ortak Geleceğimiz (Our Common Future) ismiyle yayımlandı.  Bu raporun en büyük önemi, çevre ve kalkınma arasında çevreci bir yaklaşıma dayanan yeni bir kalkınma modelinin ortaya atılmasıdır. Bu model, sürdürülebilir kalkınma olarak isimlendirilmiş ve bugüne kadar yapılan ciddi tartışmaların  da odak noktasını oluşturmuştur. 

Ortak geleceğimiz raporunda, sürdürülebilir kalkınma, bugünkü kuşakların ihtiyaçlarını, gelecek kuşakların ihtiyaç ve beklentilerinden ödün vermeksizin karşılamanın yolu olarak önerilmektedir. Çevre koruma ve ekonomik gelişme arasında denge yaratmaya dönük bu yaklaşım, çevrenin ekonomik gelişmenin kaynağı ve sınırı olduğu anlayışına dayalı olarak ve ekonomik gelişmeyi reddetmeksizin çevrenin korunabileceği inancına dayanmaktadır.  

Sürdürülebilirlik kavramı, 1990’lardan başlayarak yalnızca çevre korumacı ekonomik gelişme alanında kullanılmakla kalmamış, her sektörde kavrama atıfta bulunan çalışmalar yapılmaya başlamıştır. Bunlara,  sürdürülebilir turizm, sürdürülebilir kentleşme, sürdürülebilir mimarlık, sürdürülebilir tarım gibi örnekler verilebilir. Bu çerçevede ortaya atılan diğer bir iddia da sürdürülebilir enerji politikaları olmuştur. 

Sürdürülebilir enerji politikası, bugünün enerji ihtiyacını karşılarken, geleceğin enerji kaynaklarını ve ihtiyacını, dolayısıyla çevresel kaynakları geri dönülemez ölçüde tahrip etmemek ya da tüketmemek olarak tanımlanabilir.  

Nükleer Kazalar 

Bu girişten sonra, nükleer enerji tartışmalarına başlayabiliriz. Nükleer santralarda kaza olasılığının uzak olduğu savunulmasına karşın, uygulamada nükleer enerji üretimi tarih boyunca çok ciddi kazalar ortaya çıkmıştır. Bu konuda Clive Ponting’in kitabında (Clive Ponting (2008), Dünyanın Yeşil Tarihi : Çevre ve Büyük Uygarlıkların Çöküşü, İstanbul, Sabancı Üniversitesi Yayınları) ilginç veriler bulabiliriz. 1957’de kuzeybatı İngiltere’deki Windscale’de bulunan nükleer enerji reaktörlerden birinin çekirdeği alev almış ve İngiltere’nin büyük bölümüne yüksek düzeyde radyoaktivite yayılması sonucu binlerce kişi çeşitli kanser türlerine yakalanmıştır. Ancak, duyarsız yönetimler sonucu, bu konuda çünkü hiçbir araştırma yapılamamıştır. 1979’da Pennsylvania’nın Three Mile Adası’ndaki reaktörlerden birinin çekirdeği kısmen eriyerek büyük bir felaket önlenmiş, ancak reaktörün tümüyle betona gömülmesi gerekmiştir. Nükleer güç kazalarının en korkuncu, 1986 yılında Ukrayna’daki Çernobil’de yaşanmış ve nükleer enerji reaktörlerinin birinde meydana gelen patlamada İskandinavya ve Batı Avrupa’ya kadar yayılan dev bir radyoaktif parça bulutu oluşturmuştur (Clive Ponting, sy 454). Başta Karadeniz bölgemizi tehdit eden Çernobil felaketi sonucunda ne kadar insanın kanser ve diğer hastalıklara yakalandığı bilinmemekle birlikte, bugün hala bölgede sakat doğumlar ve kanser vakalarında yüksek oranlar devam etmektedir. 

Clive Ponting’den öğrendiğimize göre, Japonya’da birçok kez nükleer enerji santrallarında ölümcül kazalar meydana gelmiştir Ne yazıktır ki, Japonya, nükleer felaketleri yaşayan ülkelere verilebilecek en iyi örnektir. Dünyada ilk nükleer silah kullanımı sonucunda, Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine ABD tarafından 1945 Ağustos’unda 3 gün arayla atom bombası atılmış ve bu bombalama sonucunda 300 binden fazla insan yaşamını yitirmiş, kullanılan nükleer silahın etkileri yıllarca hissedilmiştir. Özellikle Hiroşima ve Nagazaki kentlerinde uzun yıllar kanser başta olmak üzere İkinci Dünya savaşında kullanılan nükleer silahtan kaynaklı birçok ölüm ve ağır yaralanmalar devam etmiştir.  

11 Mart 2011 tarihinde dünyada görülmüş en büyük beşinci depremle sarsılan Japonya, depreme hazırlıklı yapılarıyla bu felaketi atlatmayı beklerken, okyanusta dev dalgalar yaratan Tsunami felaketiyle binlerce insanını birkaç saat içinde kaybetmiştir. Japonya için asıl felaket, ne büyük depremden ne de Tsunami dalgalarından kaynaklandı. Deprem ve tsunami sonrasında özellikle Fukuşhima Daiichi nükleer santralında kontrol edilemeyen bir durum ortaya çıkmış ve denize, toprağa ve havaya yüksek oranda radyoaktif maddeler sızmaya başlamıştır. Japon yetkililerin bütün çabalarına karşın nükleer santralde kontrol edilemeyen sızıntılar tehlike boyutları artarak devam ediyor. Fukuşhima Daiichi nükleer santralındaki durum o kadar vahim ki, santral çevresinde tsunamiden kaynaklı olarak hayatını kaybeden bin dolayında insanın cesetlerinin radyoaktif tehlike nedeniyle toplanamadığı bildiriliyor. Küresel bir felakete dönüşme sinyali veren nükleer santral sızıntıları, kontrol edilemeyecek noktaya geldiği için nükleer santralın yüz binlerce tonluk malzeme ile üstünün kapatılması planı yapılıyor. Bu yapılsa bile, nükleer sızıntının yeraltı suları ve topraktaki kalıcı etkilerinin önlenmesi söz konusu olamayacak. 
 

Çağdaş  Çevre Politikası 

Nükleer enerji seçeneğinin bir ülke için benimsenip benimsenmemesi ile çevre politikasının olup olmadığı  yakından ilişkilidir. Ne demek bu şimdi? 

Birçoklarınca çevrenin korunması, etrafa çöp atılmaması gibi göstermelik önlemler ve boş  alanların çimlendirilmesi olarak algılanmaktadır. Bu anlayış, çevreye bütüncül bakış açısını yansıtmayan ve birçok hükümet tarafından benimsenmiş olan yanlış bir anlayışı temsil etmektedir.  

Çevre koruma konusunda bir saptama yaparak okuyucuyu gülümsetmek istiyorum. Dünyada 3 tür çevreci vardır. Birinci tür çevreci, çevreye bütüncül yaklaşan ve çevre korumayı bütün sektörlerde düşünen tutarlı ve gerçekçi çevrecilerdir. İkinci tür çevreci ise çevreci geçinenlerdir. “Çevreci geçinenler” kavramı ile çevre koruma düşüncesini bir statü kazanmak ya da propaganda aracı olarak kullanan sahtekarca yaklaşımlara sahip kişi ve kurumları anlatmak için kullanıyorum. Günümüzde birçok siyasi parti ve dernek, çevreci olduklarını göstermeye çalışanlar sınıfında olup kozmetik önlemler ile çevre koruma yaklaşımlarını savunmaktadırlar. En tehlikeli çevreci ise “çevreden geçinenler”dir. Bazı şirket ve örgütler ise çevre korumayı kişisel ve örgütsel çıkarlarına alet edip bu alandan geçinmeye çalışmaktadırlar. Günümüzde çevreden geçinen milyarlarca dolarlık ciroları bulunan birçok şirket bulunmaktadır. 

Nükleer enerji tartışmalarında ister nükleer enerji seçeneğine karşı çıkan, isterse de desteleyen gruplar arasında çok sayıda çevreci geçinen ve çevreden geçinen kişi ve kurum olduğu gerçeğini unutmamamız gerekir. 
 

Nükleer Enerji Politikası 

Gelelim, nükleer enerji konusundaki görüş ve önerilerimize. 

Bugün dünyanın hemen her ülkesinde enerji politikaları, enerji talebinin karşılanması üzerinde şekillenmektedir. Enerji üretimi ve tüketimi sürecinde çevre korumacı yaklaşımlar benimsense bile, enerji arzının oluşumunda talebin karşılanması veri alınmakta, çevre koruma konusu, enerji politikalarının hiçbir yerinde ciddi biçimde dikkate alınmamaktadır. 

Peki, çevrenin her sektörde dikkate alınmasını öngören bütünlükçü yaklaşım ile çevre korumanın her sektöre entegre edilmesi anlamında entegrasyon ilkesi, niçin enerji sektöründe etkili olamıyor? Bunun nedeni, özellikle enerji sektöründe her şeye karşın kalkınma anlayışının benimsenmiş olması, sürdürülebilir kalkınma anlayışına ulaşılamamış olmamasıdır. 

Enerji politikamızın temelini oluşturacak en önemli kararlarından birisi olan nükleer enerji tercihi konusundaki tavrımız ne olmalıdır? 

 Öncelikle, enerji politikasının dayanması gereken temel ilkeyi vurgulayalım : Sürdürülebilirlik. 

Sürdürülebilir enerji politikası, bugünün toplumlarının enerji ihtiyacını karşılarken, gelecek kuşakların yaşama olanaklarını elinden almamak, onların yaşayacağı sağlıklı ve dengeli bir çevreyi ortadan kaldırmamak ve  gelecek kuşakların ihtiyaç ve beklentilerinden ödün vermemek anlamına gelir. Bu kapsamda, sürdürülebilir enerji politikasının dayanması gereken ilkeler şunlar olmalıdır: 

  • Fosil yakıtlara dayalı  çevreyi kirleten enerji politikasından vazgeçilmesi
  • Yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırımların arttırılması
  • Enerji tasarrufuna önem verilmesi
  • Enerjide kaçakların önlenmesi
  • Rüzgar enerjisi ve jeotermal kaynaklar gibi çevre dostu enerji kaynaklarının öncelikle desteklenmesi
  • Enerji politikasının merkezine, enerji talebini karşılamaktan çok, enerji sektöründe sürdürülebilirliğin yerleştirilmesi gerekir.

 

Bütün bu düşünceler temelinde, çevre ve insan sağlığı için çok büyük riskler barındıran nükleer enerji tercihinin kabul edilmesi desteklenemez. Özellikle Japonya gibi yüksek teknolojiye sahip ülkelerin nükleer enerji santrallarından kaynaklanan çok ciddi sorunlar yaşadığı bugünlerde nükleer enerji tercihi konusunda çok daha hassas olmak gerekir. Dünyada ve bütün ülkelerde nükleer silahlanma başta olmak üzere silahsızlanmanın savunulmaması asla söz konusu olamaz. Dünyada barış atmosferi için her ülkede barış ve silahsızlanma desteklenmelidir. Ancak, yanı başınızdaki bir ülke nükleer silahlara sahipken, ülkenizin nükleer silah sahibi olmasına karşı çıkmak kolay değildir. Ne var ki, nükleer silah çalışmaları ile nükleer enerji tercihini de karıştırmamak gerekiyor. 
 

Sonuç 

Sonuç olarak, bir ülkenin nükleer enerji tercihine yönelip bu alana milyarlarca dolar yatırım yapması yerine, etkin bir enerji tasarrufu, enerji kaçaklarının asgariye indirilmesi ve rüzgar enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelim desteklenmelidir. Bu strateji, hem daha ucuz, hem de daha akılcı olacaktır.